‘’Kolera Çatalca’ya vardı, 40 bin kişi öldü’’
Şevket Süreyya Aydemir de ‘Makedonya’dan Orta Asya’ya Enver Paşa’ adlı kitabında o günleri şöyle anlatıyordu: ‘’1912 yılında Balkan Savaşları devam ederken 2 Kasım tarihindeki Lüleburgaz Muharebesinde Bulgarlar, bitkin ve aç olan ordumuzu yenilgiye uğratmış; 5 Kasım'da orduya çekilme emri verilmiştir. Ordumuzun karmakarışık bir halde yaptığı bu kaçış esnasında kolera baş göstermiş, 13 Kasım'da Çatalca'ya varmıştır. Şiddetlenen salgın hastalık neticesinde savaş unutulmuş herkes canının derdine düşmüştür. Sadece 1912 yılında Çatalca hattında koleradan ölüm, 40 bin olarak hesaplanmıştır.’’
Hastalar camilere yerleştirildi
Kadıköy’de şiddetlenen salgın hastalıkların yayılması ile birlikte İstanbul’a sevk edilen Müslüman askerler ve evlerini terk ederek kaçan sivil halk, bulabildikleri her türlü vasıta ile birlikte İstanbul’a sığınmak için yola çıkmışlardı. Salgın hastalık sebebi ile İstanbul’a gelenler önce Sarayburnu’na yerleştirilmiş, sığmayanların bir bölümü ise dönemin Şehremini Cemil Paşa'nın gayretiyle Ayasofya, Sultanahmet, Şehzadebaşı ve Nuruosmaniye gibi camilere halılar kaldırılarak yerleştirilmişti. Hastaların daha da artması ile birlikte İstanbuI ahalisine salgının bulaşma tehlikesi baş gösterdiğinde ise dönemin Sahra Sıhhiye Müfettişliği koleralı hastaların Yeşilköy’de trenlerden indirilerek orada tedavi olmalarını emretmişti. Bunun üzerine Yeşilköy’de bulunan Rum Mektebi sâri (Bulaşıcı) hastalıklar için tahsis edilmiş, tren hattında bulunan ve Gramofon Plak Fabrikası ile Yeşilköy tren istasyonu arasındaki geniş tarlalara hastalar için çadırlar kurulmuş ve tarlanın yakınındaki birkaç ev ise hastane olarak tutulmuştu. Ayrıca istasyonun doğusundan, Yeşilköy Tayyare istasyonuna olan sahaya da hastalar içir barakalar yapılmıştı.
Kolera nedeniyle ölüme terk edilen Osmanlı askeri
Ölüleri yokuştan aşağı atıyorlardı
O dönemlerde Yeşilköy Sâri Hastalıklar Hastanesine tayin edilen Ordinaryüs Profesör Dr. Abdulkadir Noyan, Son Harplerde Salgın Hastalıklarla Savaşlarım adlı kitabında o günlerin vahametini şöyle naklediyordu: ‘’Salgın az zamanda, o kadar büyüdü ki ne Rum Mektebi binası ne tarladaki çadırlar, ne tutulan evler ne de tahta barakalar hastaları barındırmağa kâfi gelmiyordu. Yeşilköy ahalisinden birçoğu korkarak kaçmıştı. Bir müddet sonra Amerika, İngiliz ve Mısır Kızılhaç Heyetlerinden üç tabip, iki İngiliz ve üç Alman hemşireden oluşan yardım heyeti gelmişti. Bunlara da yardım ettim. Bir Avusturya kruvazörü de Yeşilköy açıklarında vukuatı tarassut (gözlemleme) ediyor, güya ecnebi tebaayı himayeye yelteniyordu. Kızılhaç Heyetleri birer ev içinde mahdut (sınırlı) adette hastalara bakıyorlardı. Trenler geliyor, Gramofon Plak Fabrikası ile İstasyon arasında duruyordu. Hastaları orada indiriyor, ölüleri tren hattından tarlaya uzanan yokuştan yuvarlanmaya bırakıyor, geçip gidiyordu.’’
‘’Bu bizim son bayramımız’’
Türk ordusunun harplerde karşılaştığı en büyük salgın olan Balkan harbi salgınları karşısında çaresiz kalan tabiplerin ve hasta bakıcıların birçoğu tıpkı günümüzdeki gibi hayatlarını kaybediyor, sağ kalanları ise bu kara günlerin unutulmaması için gözyaşları içinde günlüklerine notlar düşüyorlardı. Sadece gözyaşları içinde olanlar elbette ki tabipler, askerler ve halk değildi. Sürekli hükümet değiştiren, göçlerle, savaş yenilgileriyle uğraşan ve dağılma sürecinde olan Osmanlı Devleti salgın hastalıklarla gelen kara günlerin içinde adeta boğuluyordu. Yine o buhranlı günlerde, 20 Kasım günü Dolmabahçe Sarayı'ndaki bayram namazında Evkaf Nazırı Ziya Paşa “bu bizim son bayramımız" diye herkesin içinde hıçkıra hıçkıra ağlamıştı.