Kod adı: Yeryüzü Operasyonu

Bi Simit: "Yeryüzü ceset. Yeryüzü yangın yeri. Yeryüzü milyonlarca yıldır bıkkın. Hem almaktan hem vermekten."

Yeryüzü diri diri gömülen kız çocuklarına şahitlik etti. Yeryüzü kardeşlerine tecavüz eden sapkın kavimlerin cesetlerini batnetti. Yeryüzü açlıktan inim inim inleyen ufacık bebelerin son nefeste titreyen ellerine toprağı ile hücum etti. Yeryüzü, mazlumları bir kıtadan diğerine taşıyan küçük yelkenlilere rüzgârı ile hücum etti. Yeryüzü ceset. Yeryüzü yangın yeri. Yeryüzü milyonlarca yıldır bıkkın. Hem almaktan hem vermekten.

Ama vAllahi kardeşlerim. Biz kendimize çeki düzen vermedikçe yeryüzünün bizimle hesabı kapanmayacak. Biz kendimize çeki düzen vermedikçe yeryüzünde biten kirlenmiş kavimler zulmetmeye devam edecekler. Suriye'de kardeşlerimiz açlıktan ölmeye devam edecekler. Irak'ta kardeşlerimizin cansız bedenleri tecavüze uğrayacak. Afganistan’da bir can, toprağını işgal etmişlerin üzerine aracını sürerek kendine kıyacak. Rohingya’da iki çocuğu ile yalnız kalmış bir Anne, olur da gece yarısı Taylandlı askerler gelir ve hem ona hem iki küçük kız çocuğuna kötülük yapar diye önce çocuklarını boğacak sonra da "Şahit ol Ya Râb, Ümmet bize sahip çıkmadı. Ben kızlarımı sana teslim ettim, yine bütün acziyetimle sana geliyorum. Beni gazabınla karşılama” diyerek, güçsüz düşene kadar bıçağı hızlı hızlı kalbine saplayıp çıkaracak. Ama beklediğiniz Mehdi gelmeyecek. Tembelliğimizi gölgelediğimiz Mehdi dua edin de gelmesin. Çünkü gelirse ilk hesap soracağı kişiler biz olacağız, siz olacaksınız. Arkada kalmışlar olacak. Susmuşlar olacak. Bekleyenler olacak. Dirilin Ey Ümmet-i Muhammed. Eğer hâlâ Muhammed ismini duyunca bir şeyler hissediyorsanız dirilin. Eğer hâlâ Ümmet kelimesini duyduğunuzda derinlere dalıyorsanız dirilin. Allah’ın hiçbir ayetinde, Hz. Muhammed Mustafa (sav) in hiç bir hadisinde yeryüzünü zulüm kapladığı zaman kahve köşelerinde, mabetlerde, evlerinizde saklanıp Mehdi'yi bekleyin demiyor. Ama kadınlarımızı kirletmeye devam ediyorlar. Açlıktan minik eller Afrika'da nefes nefese toprağa düşmeye devam ediyor. Doğu Türkistan'da, Myanmar’da kocaları tutuklanmış Anneler, namusları kirlenmesin diye önce çocuklarını, sonra kendilerini öldürmeye devam ediyor. Dirilin ey Ümmet-i Muhammed. Dirilin.

Ebu garip hapishanesinde Amerikalı askerlerin tecavüzüne uğrayan Iraklı Nur’un 10 Nisan 2004 tarihinde Ümmetin ayakta durduğunu iddia ettiği erkeklerine yazdığı mektubunu unuttunuz mu? Şöyle diyordu Iraklı Nur: “Allah’ım! Benim insanlarım, haysiyetlerini ve şereflerini bir avuç Amerikan dolarına satmış. Yaşadıklarımızı ve kirletilen onurumuzu düşündükçe gözlerimden yaşlar boşanıyor. Ey kardeşlerim! Amerikalıların elinde ne ıstıraplar çektiğimizi, ne acılar yaşadığımızı, Allah aşkına, nasıl anlatıp nasıl kelimelere dökeyim! Kardeşlerim; Allah'a yemin ederim ki, yaşadıklarımızı dile getirmekten acizim. Bundan ar ediyorum. Ama yine de kelimelere sığınarak size olanları anlatacağım. Amerikalıların bizlere yaptığı haysiyetsizlikleri, çektirdiği eziyeti, işkenceyi ve aşağılanmaları elimden geldiğince anlatacağım... Hayvani zevklerinin aracı olmadığımızda, kendimizi şehvetlerine teslim etmediğimizde bizi nasıl öldüresiye dövdüklerini ifade etmeme izin verin... Siz ey bizim dini liderlerimiz olarak ortalarda tozup gezenler! Amerikalıların bize reva gördüğü bu cinsel ve hayvani eziyetler karşısında hâlâ nasıl oluyor da açık alınla ortalarda görünebiliyorsunuz? Peygamber Efendimiz ‘in en değerli hazineniz buyurduğu haysiyet ve şerefinizi çiğnetmekten pek sıkılmış gibi görünmüyorsunuz. Bizi ve kendinizi birkaç dolar kırıntısı karşılığında pazarlardaki köleler gibi Amerikalılara ve Siyonistlere mi sattınız? Haysiyet ve şerefinizi ne çabuk kaybettiniz? Allah'ın bizi sizlere bir emanet olarak verdiğini ne çabuk unuttunuz? Hani bizleri koruyacak, besleyecek ve namusumuzu asla çiğnetmeyecektiniz? Ne oldu size, verdiğiniz söze? Amerikalılar, Ebu Garipte namusunuzu her gün ayaklar altına alıyor. Mektubumu okuyanları, Allah adına, Ebu Garip hapishanesindeki vahşiliklere dur demeye çağırıyorum. Buradaki insanlığa sığmayan işkenceleri durdurmak için sesinizi yükseltmeye davet ediyorum. Burada yapılanlar, Siyonistlerin hapishanelerde Filistinli gençlere ve kadınlara yaptıklarından daha berbat. Orada fiziki işkence yapıyorlardı. Oysa burada her gün ırzımıza geçiyorlar. Vahşi, kana susamış hayvanlar gibi bedenlerimize saldırıyorlar. Avazımız çıktığı kadar çığlıklar atıyoruz ama kimsenin bizi duyduğu yok! Eğer kalbinizde, ruhunuzda bir zerre insanlık, haysiyet, onur ve şeref varsa, birleşin ve bu hapishaneye saldırın. Gelin ve kurtarın bizi! Elinize geçen bütün silahlarla bu hapishaneye saldırın! Hem onları hem de bizleri öldürün! Biz çoktan ölüme razıyız. Burayı yerle bir edin! Hepimizin karnında onların piçleri var! Çoğumuz hamileyiz! Biz dünden ölüme razıyız! Size yalvarıyoruz; Gelin ve kurtarın bizleri! Size, ailelerimize ve ülkemize daha fazla utanç vermemek için ölmek istiyoruz! Bizi öldürün! Size yalvarıyorum; Allah için bizleri, Amerikalıları ve onların piçlerini öldürün! Allah rızası için! Size yalvarıyoruz... Bacınız Nur. (10 Nisan 2004)”

Iraklı Nur’un mektubunu onun hiç duymadığım sesi ile defalarca okudum. Ona defalarca “NAMUSSUZ OLAN BİZLERİZ, SEN DEĞİLSİN, ARKADAŞLARIN DEĞİL…” diye bağırdım. Sesimi duymuş mudur bilmiyorum. Ve var mıdır ki değeri bu söylediklerimin? Onca ırza geçildikten sonra, Dicle’nin prensesi Bağdat paramparça düştükten sonra yere. Ardından Libya, Mısır, Fas, Tunus, Şam… Sırada ne var biliyor musunuz? Hangi şehir kaldı siz söyleyin?

Biliyorum düşlediklerinizi. Kadınlarımız: “Tarih bizi neden Halime-i Sâdiyelerden kılmadı?” diye soruyorlar. “Seçilmemek bizim suçumuz mu” diye tembelliklerini kader örtüsü ile kapatmaya çalışıyorlar. Erkeklerimiz: “Neden en azından Hâris olamadık ki?” diyorlar. “Bu bizim suçumuz mu? 571 yılında fakir bir çobanın eşi ile beraber Mekke’ye giderek kucaklarında son Peygamber ile dönmeleri onların kaderiydi. Onların ödülüydü. Bizim değil!” itirafını kaderlerine razı olmamış isyanları ile beziyorlar. Kaderin onlara çizdiği şehadet şerbetini görmezden gelerek! Yüzlerce savaştan galip gelmesine rağmen kendisine şehadet şerbeti nasip olmamış Hâlid Bin Velid’in yıllarca peşinde koştuğu ancak bir türlü tadamadığı şehadet şerbetini ise beğenmiyorlar.

Kardeşlerim. Anadolu’ya bakın. Akadlar, Asurlular, Hititler, Likyalılar, Lidyalılar, İyonyalılar, Urartular, Medler, Karyalılar, Persler, Bizanslılar, Rumlar, Araplar, Romalılar… Hiçbiri 500 yıldan fazla var olamadı bu topraklarda. Anadolu her ne kadar yeryüzünün en kadim toprakları olsa da bir o kadar da medeniyetler mezarlığıdır. Ölülerin yeryüzündekileri ürküttüğü bu topraklarda 1000 yıldır yaşayabilen tek milletiz; hem de geçiş yolu olmasına rağmen, en ağır saldırılara maruz kalmamıza rağmen, yeryüzünün gördüğü en büyük savaşlara şahitlik etmemize rağmen. Her şeye rağmen buradayız. Medeniyetler mezarlığına inşa ettiğimiz adalet sayesinde kıyamete kadar bu millet burada olacak. Şimdi kendini bu yolda feda edecek yiğitler var. Her şeyi ile her şey olmaya hazır. Sadece gideceği yol ve yön için bir ışık bekleyen. O genç sensin. Yaşın 15 de olsa, 65 de olsa… Gençliği yaş ile ölçemem. Sadece içindeki vatan aşkı ile ölçebilirim. İçindeki Malazgirt ile ölçebilirim. İçindeki Çeçenya kıyamı ile ölçebilirim. Irak savaşında içinde ölen binlerce çocukla ölçebilirim gençliğini. Nefretin hâlâ diri mi? Ancak böyle ölçebilirim ne kadar hazır olduğunu Büyük Türkiye’ye.

Ey kardeşim! Bu yazı sana yol göstersin için kaleme alındı. Bu yazı ile beraber Devletinin başkenti olan, sınırları olan, hükümeti olan, meclisi olan, bayrağı olan, dini olan bir topluluğun sıkıştığı bir kara parçasından çok daha fazlası olduğunu anlayacaksın. Yanında savaşacağın dostuna sıkı sarıl. Bundan sonra çıktığın her yol; emanetini menziline ulaştırmak için sana yardımcı bir yoldaş. Yolun açık olsun dostum. Yolun açık olsun Tarık, yolun açık olsun Abdülhamid…

İstanbul Süleymaniye’de fetva yokuşunu uzun adımlarla çıktı genç. 1.85 boylarında, beyaz tenli, kuvvetli bir fiziği vardı. Sırtındaki çanta ona yük olmak bir yana, üzerinden yük alıyormuşçasına bir hava katıyordu. Nereye gittiğini bilen adımları vardı. Süleymaniye camiini geçerek Kâtip Şemseddin camiine ulaştı. Camiinin eski taşlardan inşa edilmiş bodrumunun kapısına inen merdivenleri biraz tereddütle indikten sonra kapıyı zorladı. Toz ve pas içinde ağırlaşmış kapı yavaşça açılıverdi. İki elini önüne bağladı genç içeri girerken. Az önce dışarıda mağrur bir şekilde yürüyen bu zıpkın, şimdi Hacı Bayramı Veli’nin dergâhına hatasını anlayarak geri dönen Akşemseddin gibiydi. Beyni kalbine, elleri göğsüne mühürlenmiş bir halde içeri doğru ilerledi. Tabip Abdurrahman onu karşıladı.

-           “Gel Tarık Buğra” diye seslendi Tabip. “Emanetin hazır. Hikâyen hazır. Görüyorum ki sen de hazırsın.”

-           “Kendimi bilmekten öteye bir adım atamadım” diye cevap verdi Târık Buğra. “Bir adım ötesi için hazırım efendim.”

-           Tabip Abdurrahman tebessüm etti. Yamuk dişleri parıldadı. “Bir adım ötesinde yine sen varsın Tarık Buğra” dedi. “Yine sen… Ve sen, sende biteceksin. Ve sende senler bitecek. Emanet adalete, adalet teraziye hükmedince her şeyin yeniden başlayacağı ya da her şeyin o an bitip bitmeyeceği kararını Râb verecek…”

Boynunu büktü Tarık Buğra. Annesinin sözleri aklına geliyordu. Sonra damla damla alnından boynuna ve oradan da göğsüne ter olarak düştü o sözler. Göğsü sıkışıyordu. Aklına çok küçükken gördüğü babasının silueti geliverdi. Tabip Abdurrahman gibi o da uzun boyluydu. Fotoğraflarında çok gülmüyordu. Sebebi emanet miydi yoksa tıpkı Tabip Abdurrahman gibi dişlerinin yamuk oluşu mu bilinmez, ama zoraki de olsa ettiği tebessümlerin altında bir diş gıcırtısı, bir intikam ateşi, bir çaresizlik yalpalaması... O gözler olmasa belki de hiç umut yok diyebilirdi Tarık Buğra’nın babasını görenler. Ama gözleri ele veriyordu umudunu. Gözleri emanetin sahiplerine ulaşacağını müjdeliyordu.

-           “Bu emanet babandan sana değil, atandan senden sonrakilere, merhamet kuşağından zalim kavimlerin ıslahına, gelenekten yeniliğin dişlileri arasında can vermeye yüz tutmuş son nesillere…” demişti Annesi.

-           “Bu emanet ne babandan sana, ne senden oğluna…”

İşte bu yüzden titremişti Tarık Buğra. Hiçbir şey onun değildi. Hiçbir şey onun için değildi. Ama o her şey içindi. Henüz koçu yeryüzüne inmemiş İsmail. Henüz ebabillerin düşmediği Ebrehe ordusunun kalabalığına doğru yürüyen Abdulmuttalip. Henüz zemzemi yerden bitmemiş Hacer. İşte böyle yüzlerce Tarık Buğra, yüzlerce küçük Abdülhamidler yola çıkıyordu. Hudut kelimesinin 2 farklı anlamı vardı onlar için. Soyut bağlamda hudut onlar için âdab-ı muaşeretti. Toprakların ise hududu olmazdı, olamazdı. Gönüller toprakları esir alırdı. Bir çitin, hudut karakollarının, serhat boylarının anlamı herkes için “Dur” anlamına gelirken, onlar için “GEÇ” manası taşıyordu. Ötelerde adaleti bekleyen, kırmızı bayrağı bekleyen, ay ve yıldızı bekleyen milyonlarca mazlum demekti.

Kardeşlerim. Tarık Buğra ve Abdülhamid’in girdiği bu yola bu yıl tam 100 genç girdi. İstanbul’dan icazet alan bu yiğitlerin bazıları Balkanlara, bazıları Orta Asya’ya, bazıları Afrika’ya, bazıları Mezopotamya’ya, bazıları Hint alt kıtasına uğurlandı. Hepsi emaneti yerlerine teslim etmek üzere çıktılar yola. Irak’ta 2004 tarihinde çığlık çığlığa mektup yazan Iraklı Nur’un çağrısı yüz yiğidin onurlu yürüyüşüne dönüyor. Anadolu Malazgirt ile alınmadan önceki 150 yıllık tarihi çok iyi bilen yiğitlerin onurlu yürüyüşü. Silsile-i Saadat’ın en bereketli halkalarından olan Buharalı Yusuf Hamedanilerin, Ebu Ali Farmedilerin Malazgirt savaşından önceki mücadelesi bugün Afrika’dan-Hint alt kıtasına, Asya’dan-Balkanlara kadar tekrar diriliyor. Orta Asya’dan 1200 yıl önce Anadolu’ya taşınan emanet halka halka, operasyon operasyon, çığlık çığlık, şehid şehid büyüyor. Türkiye küresel kurtlarla Güney Doğu’da girdiği savaşı önce Irak’ın kuzeyine, ardından Suriye’ye, ardından Katar’a, Sudan’a, Somali’ye taşıdı. En büyük ihanet içeride, en büyük savaş dışarıda veriliyor.  Kurtlara semada kartallar eşlik ediyor. Yiğitler künyeleri ellerinden alınarak uğurlanıyorlar. El-Bab öncesi, Afrin öncesi içeri sızarak aşiretleri aşiretlere, grupları gruplara kırdıran, isyanı isyanlarla büyüten bir ülkenin son kadim yürüyüşü bu. Allah-u Ekber ve lillahil Hamd…

Kardeşlerim Tika’yı kapatın diye feryat edenleri, Diyanet’in bütçesini sorgulayanları ancak bu yaşanılanları bilerek anlayabilirsiniz. Afad’ın, Kızılay’ın yardım faaliyetlerinin, TRT’nin TRT WORLD ile dünyaya açılımının sebebini bizden çok onlar biliyorlar. Bu araçlar sayesinde ellerimizin nerelere uzandığına şahitlik etmek canlarını çok sıkıyor. İçeriden dışarıya isimler, künyeler taşıyarak yakalatmak için şebekeler kuruyorlar. Ama bir yakaladıkları zaman 10 kişi daha gidecek. 10 yakalandığı zaman 100 kişi daha gidecek. Ne Tarık Buğralar bitecek ne Abdülhamidler. Her yaygara kopardıkları an bilin ki ciğerlerine bir kurşun daha yediler. Her fitne, fesat çıkarmaya çalıştıkları an, bilin ki Roma’dan Kudüs’e bayraklarının sancaktarlığını yapan bir şövalye daha cehennemi boylamak üzere.

Kardeşlerim. Putları kırmak için yola çıkan yiğitlerin hikâyesini 20 yıl sonra dinleyeceksiniz. Ömrü yetmeyenlerin evlatları bu hikâyenin devamı olmak için çaba sarf edecekler. Ama önce putları kırmaya gönüllü olacaksınız. İbrahim’i (a.s) hatırlayın. O ki üç aşamada putları kırıp hakikate ulaşmıştı. Hazreti İbrahim Rabbine daha Halil olmadan önce gözleri, beyni ve kalbi ile bir savaşa girmişti. İlk aşamada gözlerinin önündeki Azer’in, yani babasının putlarını kırdı İbrahim ve toprağından sürüldü. Gözleri ile gördüğü putlarla savaşı kazanan İbrahim’in imtihanı daha yeni başlamıştı. Şimdi beyni ve kalbinin ona oynadığı oyunları alt etmesi gerekiyordu. İbrahim’in beyninde ay, yıldız, güneş vardı Rab olarak. Bunları geceler boyunca test etti. Hem onları, hem kendini imtihan etti İbrâhim. Ve sonunda onları da yendi. Onlardan da vazgeçti. Üçüncü imtihanı ise Rabbini bulduktan sonraydı. İbrahim evlenmiş, ihtiyarlamış, yıllarca çocuğu olmamıştı. Sonunda bir oğul nasip etti ona Allah. Ve İbrâhim dünya nimetlerinin tamamına mazhar oldu. İşte son put ve son imtihan. İbrahim, Halil olmadan önce tekrar sınanacaktı. Ona oğlunu boğazlaması emredilmişti. Hiç tereddüt etmedi İbrahim. Yıllarca beklediği erkek çocuğunu Halil olmak için kurban edecekti. Enfal süresinin “Bilin ki mallarınız ve çoluk çocuğunuz birer fitnedir. Allah katında ise büyük bir mükâfat vardır.” ayetinin tefsirini adeta yaşıyordu İbrahim. Evet, fitneden kasıt imtihandı ve bu imtihana ilk tâbi tutulan İbrâhimdi. Tereddüt etmedi İbrâhim bu ayeti. Âdeta yaşadı. Ve böyle hakikate ulaştı. Böyle Halil oldu. Böyle asker oldu. Böyle Peygamber oldu. Ateşe böyle meydan okudu. O ateş ki emredilmişti. Enbiya suresinde "Ey ateş! İbrahim'e serin ve esenlik ol” buyrulmuştu. Ayeti kerimedeki ince nüansa dikkat edin kardeşlerim. Ateşe serin ol emri verilmiyor. Serin ve esenlik ol diyor. Ateş sadece serin olsa, bu sefer İbrâhim a.s’ı donduracak belki ama sonraki esenlik ol emri, İbrâhim’i selamete erdiren emir. Evet, İbrâhim üç aşamalı imtihanı putları kıra kıra kazanıyordu. Bu imtihan Rabbi bulana kadar değil, Rabbe varana kadar devam eden bir imtihandı. Annelerinizi, babalarınızı, evlatlarınızı düşünüyorsanız size bir ayrılık lazım. Bize bir ayrılık lazım kardeşlerim. Bu ayrılığın sebebini Çin Guanzaho’da kabri bulunan Vehb bin Ebi Kebşa’ya sorun. O ki Hz. Muhammed Mustafa’nın Çin’e gönderdiği elçiydi. Kardeşlerim. Yola çıkın. Libya'ya gidin. Ömer Muhtar'ın torunlarına Büyük Türkiye'yi anlatın. Mısır'a doğru yola çıkın. Kavalalının ihanetinin bedelini yüz yıl daha geçse bile ödeteceğimizi bilsinler. Arkanızda gözü yaşlı çocuklar bırakın. Arkanızda gözü yaşlı analar bırakın. Toprak ıslansın. Yürekler yansın. Künyelerin zincirlerinden çıkan seslere ezanlar eşlik etsin. Toplanın ve yürüyün. Toplanın! Ey zafer mefküresi hâla ölmemiş çocuklar… Kudüs’te dozerlerin altında kalmaktan kurtulmuş çiçeklerin polenlerini yeryüzüne taşıyan arılar... Toplanın!  Kudüs’ün toprağını sulayan Taberiye gölünün kurumamak için direnen suları… Sırat köprüsünün ta bir ucu olan cüz vadisinde belki! Hz. İsa’nın kokusunu meyvelerine işlemiş Zeytin dağında, El-Halil’de, Eriha’da ve bazen Beytüllahim’de... Hz. Davud’un erittiği demirlerin torkusu! Toplanın. Ve o güne, son güne şahitlik etmek için toprakla akitleşip Kudüs’ü kökleri ile kuşatan gargat ağaçları… Toplanın! Anlatacaklarım var, toplanın…

Kardeşlerim. Çok zaman oldu. Çok konu birikti. Lakin eskiden savaş hikâyeleri anlatılırdı. Şimdi savaş hikâyelerine özne oluyoruz. Şimdi her gün birini bertaraf ediyoruz. Bir kısmını gâlip, bir kısmını mağlup. Çünkü biliyoruz. Galip olan her daim sadece ve sadece Allah’tır.

Sizlere PKK ve PYD’nin nasıl bir dönüşüme sokulduğunu ve ABD’nin neden PKK’ya karşı bizim yanımızda göründüğünü ve arka planda yatan alçakça planı anlatacağım. Sizlere Birleşik Arap Emirlikleri ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin Türkiye’ye karşı Afrika’da başlattığı istihbarat savaşını anlatacağım. Sizlere Vatikan öncülüğünde Türkiye’ye karşı yapılan ABD-RUSYA antlaşmasını anlatacağım. Sizlere İran’ın Türkiye’ye mülteci kılığı ile soktuğu ajanları anlatacağım. Sizlere ABD’nin Kudüs’te elçilik açtığı gün Erdoğan’ı sarayında ağırlayan İngiliz Kraliçesinin ne teklif ettiğini ve karşılığında ne istediğini anlatacağım. Sizlere Yeni Türkiye’yi nelerin beklediğini anlatacağım.

Yârenler. Sırası ile El-Bab, Afrin ve İdlib kontrol operasyonları sonrası Amerika bir şeyin farkına vardı. Buraları kendi elleri ile bize teslim etmişlerdi. PKK’nın Suriye ve Irak’ın kuzeyindeki varlığı aslında Türkiye’ye tehdit değil, bir davet niteliğindeydi. Türkiye bu fırsatı çok iyi kullandı. ABD’de binlerce PKK leşi ve Türkiye’nin kan dökerek aldığı topraklar büyük yankı uyandırdı. PKK’nin sınır hattında Türkiye için bir tehdit değil, cüretkâr bir davetiye olduğunu geçte olsa anladılar. Şimdi ikinci bir plan yapıldı. PKK, YPG, PYD gibi ne kadar terör unsuru varsa Kuzey Irak’a çekilip siyasi mekanizmalara entegre edilecek. Amaçları komünist ermeni yapılanmayı peşmergeye itelemek ve Kuzey Irak’ta peşmergenin etkinliğini kırıp, Barzani üzerinden Sünni Kürtlerin Kuzey Irak’taki ağırlığını kırmak. Barzani, bağımsızlık referandumunda Türkiye yerine İsrail’e biat ederek ilk ve son fırsatını tepti. Şimdi planın ikinci aşamasında PKK tarafından ağırlığı kırdırılacak. Ve Kuzey Irak’ta peşmergenin, Sünni Kürt yapılanmanın yerini sosyalist, ermeni tabanlı, kripto terör yapılanmaları alacak. Ortada PKK yokken, Türkiye’nin Kuzey Irak ve Suriye’nin Kuzeyindeki varlığı sorgulanacak. Ancak unuttukları bir şey var. Kan dökülerek alınan hiçbir toprak parçası, ikinci bir kan dökülmeden verilmez, verilemez. Belli ki verdiğimiz ders yeterli olmadı. Fazlasını istiyorlar. Ne kadar kan istiyorlarsa iki mislini dökeceğiz. Ne kadar toprak istiyorlarsa iki mislini alacağız. Gördüler, görüyorlar, görecekler. Şüphesi olanı Afrin ikna etmediyse, El-Bab ikna etmediyse Sudan’da, Katar’da, Somali’de kurduğumuz üsler şahit olsun. Siz şahit olun. Bu yazı şahit olsun.

Dostlarım… Şimdi size 1500 yılında Yavuz Sultan Selim’in başlattığı ve Erdoğan’ın Devlet hafızasından cımbızlayarak çekip önlemini aldığı Kıbrıs, Kudüs ve Sevakin, Mekke mührünü anlatacağım. İyi kulak verin. Tarih tekerrür ettiğinde sorun yaşanmaz. İnsan bunu unuttuğunda sorun yaşanır.

Amerika’nın konsolosluğunu Kudüs’e taşıma kararını uyguladığı gün Erdoğan’ın İngiltere ziyaretinin hepinizin dikkatini çektiğini biliyorum. O güne, o ziyaretin denk gelmesi elbette tesadüf değil. Kıbrıs’ın fethinin sebebini tarih kitapları bize Akdeniz ticaret yollarının hâkimiyeti olarak anlatsa da asıl sebebin Kudüs’ün güvenliği olduğu aşikâr. Kudüs’ün fethinden yaklaşık 50 yıl sonra, Kıbrıs’ın İtalyanlardan alınmasını ticaret güvenliği olarak açıklamak tarihin talihsizliğidir. Nitekim Yavuz ve Kanuni gibi iki hükümdarın zamanından bahsediyoruz. Avrupa’ya kapitülasyonların çerez gibi dağıtıldığı zamanlarda Kıbrıs’ın fethi sadece ama sadece Kudüs’ün ve Hicaz’ın güvenliği ile açıklanabilir. Bunu biz unuttuk. Onlar unutmadılar. Şimdi hatırlama zamanı kardeşlerim. Şimdi hatırlatma zamanı. Erdoğan’ı saraya davet eden İngilizler kim mi? Yüzyıllar boyunca Osmanlı’nın elinde olan Kıbrıs’a, Rus işgalini bahane ederek askeri üs kuran ve daha sonra Yunanlıların burayı işgalini görmezden gelerek Erbakan’ın müdahalesine kızarak Ecevit’i esir alanlar. Şimdi Kudüs tehlikedeyken yine devreye girdiler. Kardeşlerim. Sizlere özetle diyorum ki; Kıbrıs’ı almadan “Kudüs’ü aldık” diyemezler. Kıbrıs bizdeyken, bir ayağımız her zaman Kudüs’tedir. Bunun farkındalar. Erdoğan’ı bu yüzden davet ettiler. Teklif çok açıktı. Türkiye’ye 10 yıl boyunca her yıl 80 milyar dolar nakdi yardım yapılacaktı. Karşılığında ise Güney Kıbrıs Rum Kesimi ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti birleştirilecek ve İngiltere’nin hakemliğinde bir meclis kurulacaktı. Özetle Erdoğan’dan Kıbrıs’ı satın almak istediler. Önüne de maliyet tablosu koydular. Bu tabloyu koydukları gün BBC Türkiye haber sitesinde ve sosyal medya hesaplarından hızlı bir manşet geçti. Manşet tam olarak şöyleydi: “Erdoğan’ın Türkiye’yi ayakta tutabilmesi için yıllık 60 milyar dolara ihtiyacı var.”

Kardeşlerim. Büyük resmi görüyor musunuz? Kâfirlerin nasıl iş bölümü yaptığını görüyor musunuz? Trump, Kudüs’ü başkent ilan ederken, İngiltere yine üzerine düşeni yapmakla meşgul. Biri Kudüs’e saldırırken, diğeri Kudüs’ün muhafızı konumunda olan Kıbrıs’ı alma derdinde. Amerika ve İngiltere arasında bir bayrak kavgası olduğunu inkar etmiyorum. Amerika Çin sermayesini satın alarak Asya, Afrika ve Ortadoğu’da etkinliğini muhafaza etmeye çalışırken, İngiltere Çin’e karşı bölgede Türkiye’yi kontrol etmek istiyor. İkisinin de amacı İslam dünyasını sindirmek. Birisi yok ederek, diğeri kontrol ederek bu hedefi gerçekleştirme derdinde. Bunu yaparken İngiltere’nin bir taşla birkaç kuş vurma hevesi devam ediyor. Dediğim gibi kardeşlerim bu onlar için sadece bir bayrak yarışından ibaret. Bizim için bu bir var olma meselesiydi. Rabbimin izni ile var olma mücadelemiz yok etme hedefine doğru evriliyor. Bu yolda boğazımızdan kesiyoruz. Bu uğurda Anneler mutfaktan, babalar mesaiden, çocuklar cep harçlıklarından oluyorlar. Küçük küçük damlalar bunlar. Ama bu damlalar birleşince Kızılay’ın Sudan’da, TİKA’nın Afganistan’da, AFAD’ın Türki ülkelerde, Diyanet’in Avrupa’da büyüyen sessiz ordusuna dönüşüyor. Herkes cephesini şekillendiriyor. Herkes emri bekliyor. Bu damlaların her biri 1000 yıl önce Asya’dan Anadolu ve Balkanlar’a gönderilen borçların diyeti olarak Asya’ya, Afrika’ya ve Balkanlar’a geri ödeniyor. Hamedanilerin, Farmedilerin, Harakanilerin, Horasan erenlerinin emanetleri yerlerine teslim ediliyor. Şâh-ı Nakşibend hazretlerinin Orta Asya’da başlattığı sessiz devrim 21. Yüzyılda “Yeryüzü Operasyonuna” dönüşüyor. Ne mutlu asker olmak isteyene, ne mutlu asker olabilene, ne mutlu bu uğurda evine bir ekmek eksik alana. Ne mutlu…

Anlatacaklarım var demiştim. Bu yazıları ne olur yabana atmayın. 2013’de yazdığım yazı da, bugün kaleme aldığım yazı da birbirine eş değer. Çünkü bu yazılar günübirlik yazılan köşe yazıları değil. Bu yazılar hedeflerimiz, savaşımız, mücadelemiz ve kızıl elmanın bir asır sürecek hikayesi. Okuyun ve okutun. Dinleyin ve dinletin. Ve yazı bittiğinde harekete geçin. Sokağa çıkın. Şehirlere yürüyün. Ülkeleri gezin. Yol arkadaşları edinin. Malazgirt savaşından önce nasıl Anadolu’da Horasan erenleri mücadele verdiyse, sizler de bizi bekleyen o günden önce yeryüzüne dağılın. Liderinizin başlattığı Yeryüzü Operasyonu’nun bir parçası olun.

Kardeşlerim. Bu kısmı çok dikkatli okuyun. Yavuz Sultan Selim’in 500 yıl önce Kıbrıs’ı Kudüs’e, Sevakin’i de Mekke’ye mühürlemesi bugün nasıl tekerrür ediyor iyi anlayın. Sudan şimdiden Türkiye ile birleştiğini ilan etmeye hazırlanıyor. Sevakin adası Türkiye’nin Afrika’da biz de varız mesajı ile beraber bambaşka bir anlam daha taşıyordu. Yavuz Sultan Selim Kıbrıs’ı fethetmeden önce Sevakin adasını fethederek hem Mısır’ı, hem Mekke’yi kontrol altına almıştı. Sizlere tarihten bu kadar örnek vermemin bir sebebi var. Hiçbir şey ama hiçbir şey tesadüf değil. Kıbrıs, Kudüs, Mekke ve Sevakin tarihte aynı tarihlerde Osmanlı’nın eline geçmişti. Unutmayın. Şimdi de bu bölgeler yine aynı zamanda hareketleniyor. Kıbrıs nasıl Kudüs’ün muhafızı ise, Sevakin de Mekke’nin muhafızıdır. Erdoğan’ın Sevakin hamlesi sadece Batı’yı değil Suud ailesini de çok kızdırdı. Suud ailesi Birleşik Arap Emirlikleri üzerinden Sudan’da terör gruplarını harekete geçirmek için silah sevkiyatı yapmak istedi. Ancak Türk İstihbaratı tarafından bu girişim engellendi. Ardından manşetlere Mogadişu, yani Somali’deki çatışmalar yansıdı. Sudan’da amacına ulaşamayan Birleşik Arap Emirlikleri Somali’de Türkiye’nin etkinliğini bitirmek istedi. Somali’de Birleşik Arap Emirliklerinden maaş alan askerler ile Türkiye’ye bağlı olan askerler arasında çatışma yaşandı. Bu çatışma gazete ve televizyonlara darbe teşebbüsü olarak geçmişti. Mogadişu’da dünyanın en büyük askeri üslerinden birini kuran Türkiye, sınırları artık Hakkâri’den, Şırnak’tan değil, Sudan’dan, Somali’den koruyordu. Afrika’da hâkimiyet savaşları çetin bir şekilde sürüyor. Bu savaşlar toprak için değil, mazlumlar için, kutsal emanetler için veriliyor. Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman’ın Devlet hafızasına bıraktığı emanetleri Başkomutan Recep Tayyip Erdoğan tekrar gün yüzüne çıkarıyor. Afrika’ya her yıl binlerce Çinli işçi ABD ve Birleşik Arap Emirlikleri sponsorluğunda getirilerek yerli halkla evlendiriliyor. Afrika’da birçok ülkede Çin bedava yol, köprü, hastane ve eğitim merkezleri inşa ediyor. Karşılığında ise emrinde çalıştığı ülkelere Afrika’nın geleceğini vadediyor. Karşısında ise Türkiye’den başka hiçbir ülke, İslam medeniyetinden başka hiçbir kudret yok.  On beş yıl öncesine kadar Bingöl’de, Van’da, Şırnak’ta karakol baskını yiyen Türkiye’nin 15 yıl sonra 7.000 kilometre uzakta askeri üs açması evanjelist hayallerle yayılmacı politika izleyen Batı’yı hem korkutuyor hem de heyecanlandırıyor. Amerikalı siyaset bilimci Samuel Phillips Huntington’un “Büyük Ortadoğu Projesinin önündeki tek engel İslam Dini, dolayısı ile Türkiye’dir.” tezi yüzünden hiçbirini uyku tutmuyor. Çünkü onlar vaat edilenin de, ellerinden alınacakların da farkındalar. Haklı oldukları tek bir nokta var. O da 1986 yılında Şimon Perez’in “Kuran’ın bahsettiği Müslümanlar gelsin, o zaman düşünürüz” tespiti.

Çok mu oldum bilmiyorum. Çok mu yazdım? Aylarca susmak susatıyor insanı. “Peki, Bisimit, bütün dünyanın derdi biz miyiz yani? Türkiye mi? Her şeyin merkezinde biz mi varız?” Hayır, kardeşim, hayır! Dünya’da iki kutup var. Hakikat ve şer. Zalim ve mazlum. Ateş’in kibri ve toprağın teslimiyeti. Türkiye bu savaşta boynuna geçirilen onlarca ilmiğe rağmen geçmişini unutmayan, tarafını unutmayan tek ülke oldu. Yâni Türkiye bütün bu savaş boyunca Türkiye’den ibaret olmadığını anlayan tek akıl oldu. Yâni kâfirlerin hedefinde Afrika var, Ortadoğu var, Asya var. Anadolu’da suyu, Afrika’da tarım arazilerini, Ortadoğu’da enerjiyi, Asya’da da insan gücünü kontrol altına almak istiyorlar. Tıpkı 1100’lü yıllarda yaptıkları gibi haçlı seferleri düzenlemek istiyorlar. İşte size tarihin bir başka naziresi. 1100’lerde Kudüs’e ulaşmak isteyen onlarca orduya dur diyen Kılıç Arslan’ın torunları, bugün yine mazlumu yok etmek için yola çıkanların başına bela oluyor. Ne Malazgirt’i, ne Miryakefalon’u, ne Kosova’yı, ne de Sakarya’yı unutmadılar, unutmayacaklar. Yeni Dünya nizamı için yok edilmesi gereken ne kadar insan varsa yok etmek için yola çıktılar. Onlar bizi, biz de onları iyi tanırız.

Kardeşlerim. Yazılarımda çok fazla iç siyaset anlatmıyorum. Türkiye’nin iç siyasetinde olan biten her şey, bizi dışarıda durdurmaya ve içeriye hapsetmeye yönelik hamleler. Artık milletimiz bu durum tespitinin ötesine geçmiştir. Rabbimin esmasına sonsuz şükürler olsun. Bu artık tartışma konusu bile değildir. Ancak sosyal yaşantımıza dair küçük bir not düşmeden yapamayacağım. Kardeşlerim, sizden ricam balkonlarınızı veya evinizin güneş gören bir odasını minik bir bahçeye dönüştürün. Bizi marketlere hapseden bu sisteme bir tuzak da siz kurun. Çocuklarınıza hobi amaçlı da olsa çiftçiliği öğretin ya da öğrenebilecekleri imkânlar tanıyın. Hayvancılığı öğretin ya da öğrenebilecekleri imkânlar tanıyın. Hepimiz minik ama bahçeli evlerimizde 30 yıl önce fakirken bizlere apartmanlar zenginlerin oturduğu yapılar gibi gösterildi. Şimdi o apartmanlara fakirler sıkıştırıldı, kapitalist sistemin çarkını elinde tutanlar ise o bahçeli evlere saldırdılar. Kardeşlerim. Bu hayatta varoluş amacımız nedir? Unuttuk mu? Yiyeceğimiz bir lokma ekmek, bir bardak su değil mi? Köylerimiz bizlere bunları vermiyor mu? Peşine düştüğümüz sistemin bizi birer köle haline getirdiğini görüyor musunuz? Kaybettiğimiz onca zaman, boşanan ve parçalanan aileler, unuttuğumuz gelenekler, kaybolan gençlik… Bunlar da büyük savaşın bir parçası değil mi? Düşmanı en çok ne korkutur biliyor musunuz? Kendi kendine her açıdan yeten bir millet. Bizler Batı’nın bize uydurmaya çalıştığı tüketim toplumlarından değiliz. Biz Müslümanız. İhtiyacımız olanı alır, fazlasını dağıtırız. Bizler ihtiyacımız olanı üretir, fazlasını üretmekten imtina eder, toprağa bile gerekirse bir yıl dinlenmesi için mühlet veririz. Size yalvarıyorum. Bunları ne unutun, ne de çocuklarınıza unutturun. Değirmeni, bahçeyi, sütü, ağacı, toprağı, asla ama asla bırakmayın. Milli Savunma Sanayii hamleleri ile sağ elimizdeki kılıcı keskinleştirirken, sol elimizdeki kılıcı unutmayalım. Bu coğrafyanın çocukları savaş meydanında iki kılıç taşır. İkisi de keskin olmalıdır. İkisinden de vazgeçmemeliyiz. Vazgeçmeyeceğiz.

Ekonomiden dem vuranlara sesleniyorum. Erdoğan’a tıpkı Birleşik Arap Emirlikleri gibi zengin bir ülke olma vaadi sunuldu. Karşılığında istediklerinin bir kısmını yukarıda anlattım. Türkiye zengin ve müreffeh bir ülke olacak. Çin’e alternatif olarak hem Ortadoğu’da hem de Afrika’da desteklenecek; ancak ülkenin kilit noktaları İngiltere kontrolünde tutulacak ve böylece zengin köleler olarak son kaleyi de para karşılığında teslim etmiş olacaktık. Bu teklif reddedildi. Bir karar verildi. Bu karar bizim dirayetimizle desteklenmeli. Milletimiz Yeryüzü Operasyonu’nun farkında olmalı. Size açık söylüyorum. Daha önce de söyledim. Her sabah uyandığınızda bir savaşa uyanır gibi uyanın. Yaptığınız işi bir mücadele, çalıştığınız yeri bir cephe olarak görün. Çünkü tam olarak olmamız gereken konum bu. “Bu Yahudiler dünyayı nasıl kontrol ediyor yahu” hayretinin cevabı tam olarak bu tespitte yatıyor. Şu an var olma mücadelesi veren onlar değil, medeniyetimiz. Bu savaşta o partiye ya da şu partiye güvenmiyorum. Benim teminatım mukadderattır. Benim teminatım bana biçilen rolü en iyi şekilde temsil ettikten sonra, son nefesimi verirken tebessüm edebilme rahatlığıdır. Dünyanın bütün telaşlarından sıyrılırsak, dünyada mazluma biçilen bütün fay hatlarını patlatmış oluruz. Ondan sonra şahitlik edeceğiniz depremlerin yıkacağı duvarlar Gazze’ye Kudüs’ün kapılarını açacaktır. İstanbul ile Roma’yı birleştirecektir. Mekke ile Medine’yi özgürleştirecektir. Bana ya da sözlerime değil, Allah’a itimat edin. 1986’da Şimon Perez’in gelmesinden korktuğu Müslümanlar olun. Var mısınız? Yük olmaktan bıkmadınız mı? Üç gün süren boykot yalanlarından bıkmadınız mı? Televizyonlarda Batı kültürünü çocuklarımıza empoze eden dizilerden bıkmadınız mı? Evinizdeki televizyonları kırma cesaretiniz yok mu? TV izlemek yerine çocuğunuzun elinden tutarak dışarıda ağaçları, meyveleri, hayvanları, insanları, mücadeleyi tanıtma cesaretiniz yok mu? Üstümüze sinen bu tembellikten kurtulma cesaretiniz yok mu?

Daha anlatacaklarım bitmedi. Vatikan ilk defa 2018 Şubat ayında ABD ve Rusya arasında arabulucu rol oynadı. Vatikan’ın bu girişimi Suriye’nin güneyinde muhaliflerin direnişini kırdı. Şimdi aynı ittifak Suriye’nin kuzeyinde de görülecek. Rusya’nın müttefik rolü tamamen tiyatrodan ibaret. Hepsinin farkındayız. Onlar da bizim farkında olduğumuzun farkındalar. Türkiye ile ilgili karar verildi. Şu ana değin yaşadıklarımız savaşın sadece başlangıcı. Ama göreceksiniz. Bizi ya soracaklar ya da sınayacaklar. Soracakları makam neresi olursa olsun alacakları cevap bellidir. Sınayacakları coğrafya neresi olursa olsun, aradıkları savaşı bulacaklar. Çünkü biz hatırladıkça onlar unutuyorlar. Bizi Mekke çöllerinde aslanlar Hamza diye anlatacak. Denizlerde korsanlar Barbaros diye…  Bize Libya çöllerinin kumları Ömer Muhtar diye merhamet eder. Bizi İran’ın Kisra saraylarına sorarlar, Ömer’dir orada adımız. İstanbul surlarında Fâtih, Plevne’de Gâzi Osman. Bizi dostumuza sorarlar. Ebû Bekir diyecektir. Dosta merhamet, düşmana gazabımız ezeldendir. Bir yeminimiz var. Zâlim olan korkar ki garabettendir. Bir yeminimiz var. Mazlum olan sevinir ki adâlettendir. Ey bu yazıyı okuyan kardeşim; ölümüne karar kılınmış Muhammed'in (sav) yatağına talip olan Ali (r.a) gibi olmaya hazır ol. Cephede yanında savaşacağın arkadaşını şimdiden seç. Çünkü Şeytan ve hizmetkarları Darunnedve’de Türkiyenin yıkılmasına karar verdi. Bunun farkında olan Devletin hem içeride hem dışarıda bütün birimleri ile harekete geçti. Yeryüzü Operasyonu başladı. Artık bir kılıç yetmeyecek. İkisini de hazırla! Sefer bizim, zafer ALLAH’ındır…

Bisimit - bisimit@gmail.com

www.facebook.com/bisimit

www.twitter.com/bisimit

Yorumlar