Çağın hastalığı kanser hakkında her şey
Çağın hastalığı olan kanser konusunda önemli isimlerden olan Doç. Dr. Yavuz Dizdar, akıllardaki soruları açıklığa kavuşturdu.
Kanser dizisi başlıyor… Çağın hastalığı olarak tanımlanan ve her geçen gün vaka sayısında artış yaşanan, buna karşın mücadele anlamında da önemli yol katedilen kanser konusunda isimlerden Doç. Dr. Yavuz Dizdar, akıllardaki soruları yanıtladı.
Kanser konusunda her şeye değinen Dizdar, bu hastalığın belirtilerini, beslenme ile ilişkisini, kanserin türlerini ve modern teknoloji ile ilişkisine dair çok önemli değerlendirmelerde bulundu.
İşte Doç. Dr. Yavuz Dizdar’ın kanser konusunda yanıtladığı sorulardan oluşan haber dizisinin ilk bölümü…
KANSER VE BESLENME ARASINDA NASIL BİR İLİŞKİ VAR?
Batı bilimi kanserin neden ortaya çıktığını 3 tane ana konuya bağlar. Sigara, alkol, hareketsizlik ve aşırı kilo. Ama bu etkenler kanserdeki artışı açıklamaya yetmiyor. Sigaradan başlarsak, aslında karşıt kampanyalar sigara kullanımını azalttı. Buna paralel olarak yalnızca akciğer kanserinde azalma görüldü. Çünkü sigara akciğer ve mesane kanseri için anlamlı bir risk teşkil eder. Diğer kanserlerin sigarayla ilişkileri zaten hep sınırda çıkmıştır. Mesela bir meme kanseri bağıra bağıra ‘Ben sigara nedeniyle geliyorum’ demez. Bir de zaten 25 -30 yaşlardaki kanserlerin arttığını söylüyoruz. Bu genç hastalara ‘Ne kadar sigara içtiniz?’ diye sorduğumuzda anlamlı bir sonuç görmüyoruz. Sigara ile kanser arasındaki ilişki 40 yıl boyunca her gün 1 paket içildiğinde kanser riskinin belirgin artışı şeklindedir. 20 sene sigara içen biri sigarayı bıraktığında kanser riski ancak on yılda içmeyenle aynı seviyeye düşer. Dolayısıyla 5-6 yıldır sigara içen birinde kanser görülmesini eski verilere göre sigaraya bağlayamıyorum. Alkol desek, Türkiye’de alkol kullanımı çok düşük. Bir Batı ülkesiyle asla kıyaslanamaz. Obezite elbette bir sorun, ama obezite neden kanser yapar dendiğinde bir açıklama yok. Hareket kısıtlılığı elbette vücudun işlevlerini değiştirir, ama obezite kansere yandaş mıdır, yoksa nedeni midir, kimse bir yoruma gidemiyor.
"İLK AKLA GELEN ELBETTE BESLENME"
Bu durumda elbette herkesi etkisi altına alan başka bir şeyden şüphelenmek durumundasınız, o zaman da ilk akla gelen şey elbette beslenme oluyor, çünkü herkes bir şekilde karnını doyurmak zorunda. Yediklerimiz dış görünüş olarak eskisi gibi görünüyor, ama raf ömrüne, yani dayanma sürelerine ve bozulma biçimlerine baktığınızda, tatlarını kokularını değerlendirdiğinizde tamamen değişmişler. Yoğurt ve ayran ekşimiyor, meyvelerin tadı yok, sosis, salam gibi ürünlerde ise hiç kokuşma yok. Ben konuyu mercek altına almadan önce değişikliklerin bu derecede olabileceğini aklıma bile getiremezdim. Yediklerimizin bütünü doğal bozulma biçimini yitirmiş. Ardından bunun nasıl olabildiğini anlamaya çalıştım, işte orası bir bilinmezlik. Endüstri aşırı fiziksel işlemler yaparak, içine bir şey katmaya, katkı maddesi karıştırmaya gerek kalmadan gıdaların içeriğini değiştirebiliyor. Bu gıdada başlangıçta ciddi bir tat değişikliği yaratmıyor, ama bozulma biçimi farklılaşıyor. Bizim bütün sorunumuz da bozulma biçimindeki değişikliklerin sakınca yaratıp yaratmayacağında. Ne yazık ki dört yıldır okuduğum binlerce yayının analizi, bu tür beslenmenin hasta edeceği sonucuna ulaştı.
KANSER TÜRLERİ NELER?
Aslında çok çeşitli kanser var, her dokudan birbirinden çok farklı kanserler çıkabiliyor. Bunlardan korunmak kesinlikle mümkün, çünkü kanser hastalığı son 15 yılda arttı. Yani 15 yıl önce çok az görülen bir hastalığın aşırı miktarda artışından söz ediyoruz. Eskiden yazları neredeyse hiç hasta görmezdik. Günde dört kontrol hastası gelirdi. Ramazan’da hiç hasta gelmezdi. Üstelik İstanbul’da o zaman taş çatlasa dört tane onkoloji merkezi vardı. Şu an devlet hastanelerin hepsinde onkoloji birimi var. Özel hastanelerde de öyle. Onkoloji hastası hastane hastane dolaşmaz. Bir yerde tedavi başlanır orada devam edilir. Dolayısıyla bu rakamın çoklu başvuru nedeniyle ikiye, üçe katlanması anlamına gelmiyor, yeni vaka anlamına geliyor. Bizim enstitüde kayıttan da biliyoruz. Yıllık 2500-3000 olan hasta kaydı bugün 8 bini geçmiş durumda. Bu durumda bunun bir kader değil, neden sonuç ilişkisi olduğuna varıyorsunuz. Aslında önlenebilirler, tek yapmamız gereken özellikle beslenmeyi bundan 15 yıl öncesine çevirmek.
KANSERE YOL AÇAN BESLENME TÜRLERİ NELER?
Genetik yatkınlık kanserde önemli bir yer tutmuyor. Bugüne kadar yapılan araştırmalar genetik nedenli kanserlerin çok az olduğunu gösterdi. Kanser hücresinde de genetik değişiklik çok az var. O halde sorun hücrede değil, hücrenin yaşadığı ortamda da olabilir. Şöyle açıklayayım, vücutta hücreler kendi hallerinde serbest yaşamıyorlar, hepsi de bağ dokusu adı verdiğimiz çevrelerini saran dokuya tabiler. Bu çok özel bir durum, bağ dokusu bizi tepeden tırnağa sarıyor, bizim için gereken işleri yapan hücrelerin denetimi ve sağlıklı çalışmaları da bu dokunun marifeti. İşte sorun da burada ortaya çıkıyor, biz kansere yol açan değişikliği hep kanser hücresinde aramışız. Peki ya sorun hücrede değil de çevredeki dokunun bozulmasındaysa, çünkü denetimi bağ dokusu yapıyor. İşte uzun raf ömrüne sahip market gıdasıyla beslenmek de bu bağ dokusunu etkiliyor. Çünkü gıdadaki bozulmaya (ekşime ya da kokuşma) neden olan, ama endüstrinin ortadan kaldırdığı özellik bizim vücudumuzun bütün olarak tutulması için gerekli. Üstelik bağ dokusu çok yavaş yapılıp değiştirilen bir özellik gösteriyor. Dolayısıyla siz uzun raf ömürlü ambalajlı gıdayı bir kez yerseniz sorun yok, ama ucuz marketlere gidip, beslenmenizin bütününü bu tür uzun raf ömürlü gıdaya çevirirseniz uzun zamanda hastalıklar ardı sıra gelişmeye başlıyor. Önce fıtıklar ortaya çıkıyor, bel ya da karın fıtıkları, daha sonra bunun üzerine diyabet, damar hastalıkları ve kanser gibi hastalıklar ekleniyor.
TAVUK KANSERİ TETİKLER Mİ?
Tavuk diye satın aldıklarımız aslında piliç, firmaların hepsinin adı da piliç olarak söyleniyor, bu rastlantısal bir şey değil, onları biz tavuk zannediyoruz. Bir yılda erişebileceğe boyuta 45 gün içinde erişiyorlar. ‘Nasıl oluyor?’ diye sorduğumuzda bir açıklamaları yok. Daha vahimi 20 dakikada pişiyor. Eskiden tavuk iki saatten önce pişmezdi. Buna yanıt olarak da ‘körpe hayvan’ diyorlar, oysa hızlı pişmenin körpelikle bir alakası yok. İşin kötü yanı, bu üretim biçimi bize ait bir şey değil, Amerika’da 1950’lerden beri uygulanıyor, zaten hastalıklar da orada bu tarihlerden sonra ortaya çıkıyor. Derken bu üretim yöntemi, 1990’larda bizim ülkemize de giriyor, gerçekten tavuk üreten yerli firmalar batıyor. Piliç üretimi ancak yemle yapılabiliyor. Hayvanların soyları gerçekten geliştirilmiş, yani alıp düzgün beslediğinizde de köy tavuğundan cüsse olarak biraz büyükler. Ama esas sorun 45 günde nasıl büyüyebildikleri, bunu yem kullanmadan yapamıyorsunuz. Civcivin büyümesi de aynen insan gibi, bağ dokusunun kontrolü altında. Piliç üreticileri GDO soya kullanıyor, bu zaten işi daha baştan tartışılır hale getiriyor. Çünkü GDO mısırın fareler4de kansere neden olduğu, hormon sistemini bozduğu zaten kanıtlandı. Ama iş burada kalmıyor, büyümenin hızlandırılabilmesi için sentetik maddeler vermek durumundalar. Mesela metiyonin denen sülfürlü bileşiğin “hidroksi analogu” diye bir sentetik türevini kullanıyorlar. Yem saf olduğu için taşlık, bağırsak gibi organlar gelişemiyor. Dahası 45 günde kesildiklerinde hayvanlar zaten aslında bebek yaşta. Oysa tavuğun besleyici olması olgunluğuna geçtiğinde, en az dört ayda oluyor.
Ama esas sorun hızlı pişmenin açıklanmasında, nasıl oluyor da 15 dakikada, neredeyse yumurta hızında pişiyorlar? İşte o noktada üretimde kullanılan antibiyotiklerin bağ dokusunun gelişimini engelleyici özellikle işin içine giriyor. Antibiyotikler bir dönem “hayvanı büyütme amacıyla” da kullanılmış, bunun sonlandırılması bile 2006’da, koruyucu antibiyotik verilmesi ise hala sürmekte. Endüstri kesimden bir hafta önce antibiyotik verilmesini durdurduğunu söylüyor, ama dokunun içindeki antibiyotiklerin arındırılması mümkün değil. Bu antibiyotikler insan tedavisinden yıllar önce çekilmiş olan ilaçlar. Çünkü enfeksiyon tedavisi görenlerde kas kirişlerinde kopmaya neden olmuş. 60-65 kişide topuk kirişi kopunca antibiyotik piyasadan çekilmiş. Fakat o antibiyotiğin üretimi durdurulmamış, besicilikte kullanılmaya başlanmış. Hayvanlarda beslemenin bir döneminde veriyorlar. Bağırsağın metabolizmasını baskılıyor, çünkü hayvanın kendi bağırsağındaki normal mikropları ortadan kaldırdığınızda harcadığı enerji azalıyor, bağırsağın geçirgenliği artıyor. Bu da daha hızlı büyümesini sağlıyor.
Üreticiler “bir hafta - 10 gün önceden antibiyotiği kesiyoruz” diyorlar. Ama bu hayvanların dokusu dağınık durumda. Bunun kalıntısının kalmadığını garanti edebiliyor musun? Hayvanı 20 dakikada haşlıyorsunuz, çektiğinizde budu elinizde kalıyor. Göğüs kafesi vücudundan ayrılıyor. Pilicin bu kadar dağılmaya eğilimli olması körpelikle açıklanamaz. Bu demektir ki vücudunun proteinler sağlam değil, eksik yapılıyor. Oysa siz ancak yediğiniz şey sağlıklıyla beslenebilirsiniz. Oysa piliçler hasta, bilimsel yayınlarda 45 güne geldiklerinde yüzde onunun öldüğü, daha ileri geçerlerse vücut boşluklarında sıvı toplandığı anlatılıyor. Tükettiğiniz besinin sağlığı sizden yüksek ya da en azından eşdeğer değilse siz sağlığınızı sürdüremezsiniz. Yıllardır ‘beyaz et sağlıklı’ diye kampanyalar yapıldı, piliç adı verilen şey tavuk olarak satıldı.
Organik tavuklar üretim koşulları ve yemleri açısından elbette çok daha üstündür. Ama bizim için üzerinde “organik” yazması yeterli değildir. Tüketici kokusuna, tadına, pişme süresine (1.5 saatin altında olmamalıdır) ve jöle oluşturup oluşturmadığına bakmalıdır. Eğer tavuğun suyu jöle oluşturmuyorsa, dokusu pişirmeyle dağılıyorsa ve 30 dakikada pişebiliyorsa organik denemez.
KANSERİN SON YILLARDAKİ YÜKSELİŞ NEDENİ NE?
Kanserde çok net bir artış var. Çünkü her aileden neredeyse iki kanser vakası var. On beş yıl önceyle karşılaştırdığımızda o dönemden bu döneme olağanüstü bir artış var. Ancak beri yandan, aslında bütün kanserler artmıyor. Mesela böbrek tümörleri artıyor. Pankreas kanserleri geçen senelerde çok artış gösterdi. Bu yıl özellikle ben safra yolu tümörlerinde bir artış gözlemledim. Dünya geneline bakınca en iyi istatistiki kaydı tutan Amerika’da tiroid, meme, prostat kanserleri, melanomlar, böbrek tümörleri ve Hodgkin dışı lenfomalarda artış var. Türkiye’de de tablo aşağı yukarı böyle. O zaman son yıllarda ne değişti diye bakıyorsunuz, en büyük değişim gıdada görünmekte. Artık pazarlardan alış veriş yapmıyoruz, uzun raf ömrüne sahip market gıdaları tüketiyoruz. GDO yemlerle yapılan üretim almış başını gitmiş. Eskiden 8 litre süt veren hayvan bu yemlerle 40 litre süt veriyor. İyi de bu nasıl oluyor, alınana hala süt denebilir mi? Benzer üretim değişikliği meyveler için de söz konusu. Meyvenin olgunlaşmasını durduran ilaçlar kullanıyorlar. Gıdadaki bu ciddi değişiklik elbette hastalıkların kapısını açar, çünkü “ne yersek oyuz”.
Ama en önemlisi, ciddi bir yaş kayması var. Meme kanserini eskiden 50 yaş sonrasında görürdük. Şu an 20’li yaşlarda görüyoruz. Eskiden bu yaşlardaki kanserler kongrelere tebliğ edilecek kadar nadirdi. Bugün artık her ay üç, dört kişide görür hale geldik. Otuz yaşında meme kanseri görülmesi nadir bir durum değil. Önemli konulardan biri de, kanser 15 yıl önceki gibi seyretmiyor. Bu benim şahsi gözlemim. Eskiden mide kanseri dediğiniz zaman tedavi etmediğinizde üç ay, ederseniz altı ay yaşam süresi vardı. Şimdi hastalar iyileşiyor. Yani hastalığın klinik şekli değişti.
KANSERE YOL AÇAN GIDALAR...
Verimi artırıyoruz diye kimyasal biçimde üretilmiş, raf ömrü uzasın diye de aşırı işlemden geçirilmiş bütün endüstriyel gıdalar zan altındadır. Bu aşırı fiziksel işlem dediğimiz aşırı basınç ve sıcaklık işlemidir. Mesela meyve suları, bunların sıkım sonrasında aromasını ayırıyorlar, sonra 130-140 dereceye ısıtıyorlar. İşte bu aşamada içerisindeki besleyici unsurların hemen hemen tamamı ortadan kalkıyor, sonra aromayı geri ilave ettiklerinde “katkısız” diye piyasaya sürüyorlar. Katkısız mı, katkısız, ama içerik tamamen değişmiş, besleyici unsur kalmamış. Ne yersek yiyelim belli bir denge içerisinde olmak zorunda. Siz bu denge bozucu işlemleri bütün gıdalara uygularsanız hastalanmanız kaçınılmazdır
HANGİ GIDALAR KANSER AÇISINDAN SAĞLIKLI?
Fıtratına, doğasına aykırı üretilmiş ve geleneğin müsaade ettiğinden farklı işlenmiş bütün gıdalardan uzak durmak zorundasınız. Süt ve yoğurt bunlar içerisinde özel bir öneme sahip. Zira yoğurt sizin ana kaynaklarınızdan birini oluşturmakla kalmıyor, yediklerinizin içindeki zehirleri tutuyor, kaynaklarınızı yeniliyor. Yediklerimiz o nedenle doğala en yakın biçiminde olmalı. Ekşimeyen yoğurt dediğinizde durum değişiyor, çünkü yoğurt Türkiye’de çok tüketiliyor. Siz yoğurdu mesela Hollanda’nın gıdasından çıkarsanız ya da üretim yöntemini değiştirseniz önemli bir etki yaratmaz, zira orada çok tüketilen bir şey değil. Ama bizde kişi başı 15-20 kilogram yıllık tüketim var. Bunu değiştirirseniz sağlık etkisini gözlemler hale gelirsiniz. Aynı şey kuşkusuz piliç için de geçerli. Gerçek tavuk çok kıymetli bir gıdadır, pahalıdır, ama şifa vericidir. Oysa yarı sentetik et olarak üretildiğinde ucuzdur, bu ucuzluğunun ceremesini de bir şekilde çekersiniz. Hala güvenle ve mutlaka tüketilmesi gereken gıdalar kuru fasulye, mercimek gibi bakliyat ve kemikli koyun eti. Koyun üretim açısından meraya çıkarılmak zorunda olduğundan büyük baş hayvanların etlerinden daha güvenli.
GIDALARIN SAĞLIKLI OLUP OLMADIĞINI NASIL ANLARIZ?
Marketlerde satılan gıdaların çoğu aşırı işlemden geçirilmiştir, zira raf ömrü uzun olmak zorundadır. Bu durum satılan gıdaların çoğunun değer kaybetmesine neden olur. Hele hele ucuz marketlerde sağlıkla tüketilebilir gıda bulmak olasılığı daha da azalır. Bu ucuzluğun nedeni içeriğinin zayıf olması ve raf ömrü uzun olduğundan seyrek dağıtım yapılmasına olanak sağlamasıdır. Alınan ürünün markalı olması hiçbir şey ifade etmez, markalı olanlar da aynı üretim yöntemini uyguluyorlar. Biz tüketici olarak bu hilelerin bir kısmını tadarak, bir kısmını da doğal yollardan bozulup bozulmadığını izleyerek anlayabiliriz. Örneğin UHT kutu süt açsanız bile bir ay bozulmaz, yoğurtları aylarca sakladım, ekşime olmadı. Yumurtaların klorla yıkandığını ve içeriklerinin değiştiğini biliyoruz. Bakliyattan şaşmamak gerektiğini bu nedenle söylüyorum. Et alınacaksa da marketten değil, kasaptan alınmalıdır.
HAYVANSAL YAĞLAR SAĞLIĞI ETKİLER Mİ?
Yağ konusu çok abartılmış görünüyor, zira Batı bilimi böyle bir analizi yapma becerisinde değil. Tereyağı ya da kuyruk yağı çok değerli yağlardır, ama hayvan doğasına, fıtratına uygun beslenmişse bu sonucu alırsınız. Hayvanı yemle beslerseniz, bundan elde edeceğiniz tereyağının içeriği de değişir, bunları Batı bilimi omega-3 ve omega-6 diye açıklar ama o kadar basit değil. Biz canlılar olarak aynı yaradılışın ürünleriyiz, dolayısıyla ancak fıtratına uygun şeyleri, geleneğe uygun tüketirsek mükemmel sağlığı yakalarız. Kaliteli tereyağını bulursanız güvenle tüketebilirsiniz. Bu ülkede yıllardır tereyağı güvenle tüketildi. Derken kolesterol bahane edilip “margarin sağlıklıdır” dendi, tamamen uydurma. Önemli olan ürünün kalitesidir, bunu da hayvanı doğasında besleyerek elde edebilirsiniz.
SAKATATLARIN KANSERE ETKİSİ VAR MI?
Sakatat bizim geleneksel beslenmemizin önemli bir parçasıdır. Hayvanın paça dediğimiz kısmı düşününüz ki onlarca, yüzlerce kilo ağırlığı incecik bir yapıda taşıyor. İşte bunun katma değeri çok yüksektir. Avrupa Birliği sevdasıyla sakatatçıları kapadık, tüketimini azalttık. Biz Avrupa’nın ne yediğine karışıyor muyuz ki, Avrupa bizim ne yediğimize karışsın? Aynı şey işkembe ve ciğer için de geçerlidir, Bunlar da beslenmek açısından çok zengin kaynaklardır. Sakatat size kollajen gibi yapımı çok zor besin unsurlarını hazır olarak sunar. Bunlar aslında bizde de yapılabilir, ama günün büyük kısmını sporla geçirmeniz gerekir, dolayısıyla hazır olarak alınması vücudun eksiğinin giderilmesi açısından çok önemlidir. Akıl tutulması içine girmiş bilim camiası “kolesterol” diye tutturdu, oysa kolesterol zaten bizim vücudumuzda yapılmakta, dışarıdan alınmasının azaltılması ile bu durum çok fazla değiştirilemez. Oysa kollajen çok önemlidir, kanser hücresinin gelişmesini önleyen bağ dokusu bundan oluşur. Nitekim kanser tedavisinde kullanılan ilaçların da bu dokunun yapımını bozarak etki gösterdiklerini söylemek de mümkündür. O halde kollajen, yani paça yenmesi zorunludur, özellikle kanser hastaları kemoterapinin zararlı etkilerini başka türlü telafi edemezler.
ZEYTİNYAĞI TÜKETİMİNDE NELERE DİKKAT EDİLMELİ?
Zeytinyağını bolca tüketelim diye bir yaklaşım da elbette hatalıdır. Yeterince tüketilmelidir, ama mutlaka soğuk sıkım sızma zeytinyağı olmalıdır. Zeytinyağının faydası natürel olmasıyla ilgilidir, alıp da aşırı işlemden geçirirseniz ortadan kalkar. Gerçek zeytinyağını kedi bile içer. Oysa marketlerde satılan markalı ürünlerin hepsi önden sıcaklık işleminden geçirilir. Bu zeytinyağının faydalı içeriğini ciddi biçimde ortadan kaldırır.
SIKMA MEVYE SULARI NASIL TÜKETİLMELİ?
Taze meyve suyunu içmekte bir sakınca yok, ama aşırıya giderseniz durum değişir. Zira meyve bir bütündür, siz bunun sadece suyunu içeceğim derseniz, diğer kısımlarından mahrum kalırsınız. Oysa bizim sağlıklı kalabilmemiz için bağırsaklarımızın da beslenmeye ihtiyacı vardır, yani yenilen gıda tam olmalıdır, posa oluşturmalıdır ki, kalın bağırsaklardaki bakteriler beslenebilsin. Bizim beslenmemiz aslında kalın bağırsakların beslenmesiyle ilişkilidir. İnek de sütü yaparak bizi besler, ama bunu işkembesindeki bakteriler aracılığıyla yapar. Bunun benzeri organ bizde kalın bağırsaklardır, mutlaka beslenebilecek posalı gıdayı almalıdır. O nedenle rafine edilmiş, yani saflaştırılmış gıdadan olabildiğince uzak durmalıyız.
Yorumlar