3.300 yıl önce Uluburun Gemisi ne taşıyordu?

Tarihin akışını değiştiren keşif

Hiçbir ülkenin, dışında kalarak yaşamasının mümkün olmadığı küresel ticaret ağlarını düşündüğümüzde, çoğumuzun aklına modern toplum ögeleri ve sanayi devrimleri gibi güncel kavramlar gelir.

Çin’den bir ürünün kapımıza kadar gelebilmesini yüzyılımıza ait bir ayrıcalık olarak algılarız. Halbuki ticaretin ve etkilerinin kökenleri 5 bin yıl öncesine uzanır ve Neolitik’ten sonraki en önemli devrimlerden biridir.

Milattan önce 3 bin yılına gelindiğinde, Akdenizli mucitler, bakırla kalayı eriterek, alaşımındaki madenlerden çok daha güçlü bir metali, bronzu keşfettiler. Neydi bu metali çağa adını verecek kadar önemli kılan?

Öncelikle askerî açıdan bu yeni metalin kullanımı, savaşların seyrini değiştirdi. Bronz kuşamı olan orduların karşısında bakır kalkanlarla savunma yapmak imkânsız hale geldi. Akdeniz medeniyetleri arasında “bronz silahlanma” yarışı başladı. Dönemin en etkin silahı olan bu metalin üretiminde kullanılan bakıra ulaşmak kolaydı, ancak kalay için tüccarların sıcak yuvalarını bırakıp uzun yollar katetmeleri gerekecekti ve bu da insanlık tarihinde o ana dek görülmemiş bir etkileşimi tetikleyecekti.

Kalaya ulaşmak adına

Kalay için Britanya ya da Afganistan’a gitmek gerekiyordu. O güne kadar nehirlerde başarıyla seyir yapmış olan tekneler yetersiz kalmış, büyük denizleri aşan gemiler inşa edilmeye başlanmıştı. Bu teknelerin değerli kargolarını diğer limanlara güvenli bir şekilde ulaştırabilmek için seyir cihazları geliştiriliyor, astronomi bilimi ilerliyordu.

Para icat edilmemişti ama değiş tokuş, buna müteakip de hesap tutma zorunluluğu yazıyı geliştirmiş, kayıt geleneği başlamıştı. Krallar, tüccarlarının ve mallarının güvenliğini sağlamak amacı ile diğer medeniyetler ile antlaşmalar yapmaya başlamış, uluslararası ilişkiler kavramı doğmuştu. Tüccarlar da birer diplomat gibi hareket ediyor, ekonominin büyümesi ve barış atmosferine katkı sunuyorlardı.

Akdeniz limanları, bu farklı coğrafyalardan gelen tüccarları uzun süreler barındırmaya ve ortak bir “Akdeniz Kültürüne” ev sahipliği yapmaya başlamışlardı. Ticaret güzergâhlarındaki kentler ve sakinleri, hiç olmadığı kadar hızlı büyümüşlerdi ve kuşkusuz bu büyümenin merkezinde ticaret vardı. Kültürler daha fazla temas halindeydi; birbirleriyle daha büyük ölçekte ürün, bilgi ve fikir alışverişinde bulunuyorlardı. Diğer bir deyişle, tarih öncesi bitmiş, "tarih" başlamıştı.

Uluburun Batığı

Süngerci Mehmet Çakır, 1982 yılında Kasş civarında dalarken tesadüf ettiği bakır külçelerin, ileride yüzyılın en önemli bilimsel keşiflerinden biri olarak kabul edilecek olan 3 bin 300 yaşındaki Uluburun batığına ait olduğunu bilmiyordu. George Bass ve ekibi batığa 20 binin üzerinde dalış yapıp çok iyi korunmuş olan kargosunun tamamına yakınını ve beraberinde Bronz çağının sırlarını gün yüzüne çıkardılar.

Farklı kültürlere ait yüklerle 3 bin 300 yıl öncesinde Akdeniz’de düzenli ticaret yapıldığının ispatlanması, kazı süresince arkeoloji ve bilim dünyasını heyecanlandırdı. 15 metre boyunda olduğu düşünülen ve Kaş’ın Uluburun açıklarında battığı için bu isim ile anılan gemi, kargosunda Miken, Kenan, Kıbrıs, Mısır, Kassit, Asur ve Nübyeliler gibi en az yedi farklı kültürün ürünlerini barındırıyordu.

Günümüz Suriye-Filistin kıyılarından başlayıp Kıbrıs’a uğrayan ve oradan Mısır ve Ege’ye kadar devam eden rotası, bin 700 deniz milinin üzerindeydi ve bu seyahat onu dünyanın en eski ticaret gemisi olarak tescillemişti. Milattan önce1300 yılı için, bilinen dünyanın büyük bölümünden parçalar taşıyan Uluburun Gemisi, Akdeniz’in uluslararası bir ticaret havuzu olduğunun da kanıtı olmuştu. Mısır savaşçılarının kullandığı yeni moda bir bronz kılıç, birkaç yıl içinde İskandinavya’da görülebiliyordu. Gemide bulunan öküz gönü tipinde 10 ton bakır külçe ve 1 ton kalay kullanılarak, 300 kişilik bir ordu bronz kılıç, kalkan ve miğfer ile donatılabilirdi. Dönemin küreselleşmesini anlayabilmek adına, aynı tip külçelere, Sardinya, Girit, Mora, Kıbrıs, Sicilya, Türkiye, Mısırve Bulgaristan'da da bulunduğunu söyleyebiliriz.

Bronz Çağının IŞİD’i

Girit, Truva, anakara Yunanistan, Luwi, Hitit ve tüm doğu Akdeniz, diğer bir değişle Mısır hariç tüm bronz çağı medeniyetleri, yaklaşık Milattan önce 1200 yılında yıkıldılar. Geliştirdikleri bu ticaret ağı, medeniyetler buluşması, bütünsel ve simbiyoz yapı, aynı Uluburun Gemisi gibi, arkalarında bizlerin bulması için izler bırakarak tarih sahnesinden çekildiler. Halbuki farklı madenlerin alaşımından daha güçlü bir metalin doğması gibi, bronz çağı halkları da birleşerek, etkileşerek gelişmişlerdi. Peki bu çöküş nasıl olmuştu? Çoğunluğun kabul ettiği, Deniz Halkları denen bir kavmin, yukarında saydığımız medeniyetleri yıkmış olması tezidir. Onlara, Bronz çağının IŞİD’i olarak da bakabiliriz. Ticaret yolları güvenli olmaktan çıkmış, kültürel çöküş hızlanmış ve şehirler yağmalanmıştı. Ancak bunun yanına kıtlık, kuraklık, depremler gibi doğal afetleri de eklemek daha akla yatkın duruyor. Bu konuyu uzmanlarına bırakıp, gelelim bizim bronz çağı projemize.

Uluburun Gemisi ve Modern Zamanlar

Yolu ve izi olmayan, kaybolmuşu yutmaya hazır olan Akdeniz’de, Bronz çağında nasıl seyir yapılıyordu? Kara görmeden geçen günler boyunca yönlerini nasıl tayin ediyorlardı? Gemide yaşam nasıldı? 360 Derece Tarih Araştırma Grubu olarak, bu sorulara cevap ararken, kendimizi dünyanın en eski deniz batığı olan Uluburun Gemisinin kaplamalarını yerleştirirken bulduk. Kazıdan elde edilen bilgilere ve ikonografiye sadık kalmak sureti ile “önce kabuk” yöntemi ile Uluburun II adını verdiğimiz teknemizi yüzdürüp yelkenimizi bastık. Antik seyir aletlerini imal ettik ve deneyledik. Elektrik ve motoru olmayan bu “kabuğun” içerisinde, Uluburun’un izlediği rota üzerinde, 3 bin deniz mili yol aldık. Akdenizli atalarımız gibi beslendik, onlar gibi bakabildik denizlere.

Milattan önce 3.000 yılında hem savaşların hem de birlikte yaşamın merkezi Akdeniz’di. Aslına bakarsanız bugün de durum pek farklı görünmüyor; sondaj gemilerine eşlik eden savaş gemilerinin içerisinde, “öteki” için aşk şarkıları, türküleri söyleniyor.

Nefertiti

Nefertiti’nin mührü

Firavun Tutankhamun’un kayınvalidesi olan Mısır Kraliçesi Nefertiti’nin kraliyet mührü
de batıktan çıkartılan ilginç parçalardandı. Kargonun devamı şöyle: Çoğu menengiç reçinesi dolu olan yüzlerce Kenan bölgesi kavanozu, mavi ve turkuaz renklerinde yaklaşık 175 cam külçe, altın ziynet eşyalar ve takı koleksiyonları, fildişi makyaj kutusu, Baltık kehribarı, Afrika Abanozu, besin maddeleri ve tohumlar, çeşitli silah ve aletler, uğradığı limanlara ait amfora ve seramikler ve daha binlerce parça...

Yorumlar